Tıpta Uzmanlık - Tez Koleksiyonu
Bu koleksiyon için kalıcı URI
Güncel Gönderiler
Öğe Hormon replasman tedavisi alan hipogonadotropik hipogonadizmli olgularda testis elastografisinin testiküler fonksiyon, spermatogenez ve cinsiyet hormonlarını öngörmedeki rolü(Hatay Mustafa Kemal Üniversitesi, 2023) Tamkaç, Nezih; Görür, SadıkAmaç: Bu çalışmada Hormon Replasman Tedavisi sonrası Hipogonadotropik Hipogonadizmli hastaların testis doku değişiklikleri ve spermatogenez başarısını ön görmedeki rolü değerlendirmeyi amaçladık Gereç-Yöntem: Çalışmaya Hatay Mustafa Kemal Üniversitesi Araştırma Hastanesi Üroloji Polikliniğine 2 yıl boyunca başvuran 30 Hipogonadotropik Hipogonadizm hastası prospektif olarak incelendi. Hastalar tedavi öncesi testis elastografisi ile değerlendirildi. Hastalara Konvansiyonel Gonadotropin tedavisi olan hCG ve rekombinant FSH tedavisi başlandı. Tedavinin 6.ayında hormon tetkikleri(FSH, LH, Testesteron),spermiogram parametreleri ve testis elastografisi değerlendirildi. 6. Ayda ejakülatta sperm saptanması başarı olarak görüldü. Bulgular: 6. Ayın sonunda 30 hastanın 13 ünde(%43) sperm çıkışı gözlendi. Tedavi öncesi Testesteron düzeyi 1 mg/dl iken tedavi sonrası 5,6 mg/dl seviyesine yükseldi. Tedaviden fayda gören grupta tedavi öncesi ve sonrası bilateral testislerin elastografide bakılan rezistif indeks değerleri tedaviden fayda görmeyen gruba göre anlamlı olarak daha düşük saptandı(tedavi öncesi sağ ve sol rezistif indeks sırasıyla sağ: 0.9,sol:0.93, p=0.002,tedavi sonrası sağ ve sol rezistif indeks sırasıyla sağ:0.72,sol:0.72 p=0.001). Tedavi öncesi ve tedavi sonrası testis elastografisinde sağ testis akımı tedaviden fayda gören grupta, tedaviden fayda görmeyen gruba göre anlamlı olarak daha yüksekti(tedavi öncesi sağ akım: 0.71,sol akım:0.72 m/s, p=0.036,tedavi sonrası sağ akım:1.02 m/s sol akım:0.9 m/s ,p=0.006). Tedavi sonrasında ise tedaviden fayda gören grupta sol testis kan akımı anlamlı olarak daha yüksek saptandı(p=0.007).. Tedavi sonrasında ise tedaviden fayda gören grupta sağ testis stiffness değeri anlamlı olarak daha yüksek saptandı. Tedavi öncesi stiffness:2.19,tedavi sonrası :2,7 (p=0.025). Sonuç: Çalışmada Hipogonadotropik Hipogonadizm hastalarında Hormon Replasman tedavisinin spermatogenez başarısını ön görmede Testis Elastografisinde değerlendirilen testiküler akım, stifness ile birlikte Rezistif İndeksin de önemli bir parametre olabileceği gösterilmiştir.Öğe Endometrium kanserli olgularda adenomyozis birlikteliği ve sağkalıma etkisi(Hatay Mustafa Kemal Üniversitesi, 2023) Polat, Ozan Can; Hakverdi, Ali UlviAmaç: Bu çalışmada endometrium kanseri tanısı alan ve bu nedenle ameliyat edilen hastalarda adenomyozis birlikteliğinin sağkalım üzerine etkisinin değerlendirilmesi amaçlandı. Gereç ve Yöntem: Çalışmamız tek merkezli retrospektif olarak planlanmıştır. Çalışmaya 1 Ocak 2015-31 Mayıs 2022 tarihleri arasında kurumumuzda endometrium kanseri nedeniyle opere edilen 124 hasta dahil edildi. Hastalar adenomyozisi olan ve olmayan şeklinde iki gruba ayrıldı. Demografik ve klinik özellikler, histopatolojik faktörler ve sağkalım sonuçları, adenomyozis varlığına veya yokluğuna göre analiz edildi. Bulgular: Çalışmaya dahil edilen 124 hastanın yaş ortalaması 60,0±10,2 yıl olarak saptandı. 124 hastanın 31'inde (%25) endometrium karsinomu ile adenomyozis birlikteliği saptandı. 124 hastanın 115'ine (%92,7) endometriyal biyopsi örneklemesi yapıldığı saptandı. Histopatolojik olarak 115 hastanın %91,3'ünde endometrioid karsinom, %5,2'sinde seröz karsinom, %2,6'sında clear cell karsinom ve %0,9'unda müsinöz karsinom saptandı. Tümör histolojisi ile adenomyozis birlikteliği arasında anlamlı bir ilişki saptanmadı (p=0,766). Leiomiyom varlığı ile adenomyozis arasında anlamlı bir ilişki saptandı (p=0,002). 124 hastanın 5 yıllık mortalite oranı %19,4 idi. Adenomyozis birlikteliği olan hastalarda mortalite oranı %22,6, olmayan hastalarda ise %17,3 olarak saptandı (p=0,600). 124 hastanın 3 yıllık sağkalım oranı %88, adenomyozis birlikteliği olanlarda %86,4, adenomyozis birlikteliği olmayanlarda %88,7 olarak saptanmış olup, aradaki fark anlamlı bulunmamıştır (p=0,427). Sonuç: Hastaların %25'inde endometrium karsinomu ile adenomyozis birlikteliği tespit edildi. Adenomiyozis birlikteliğinin endometrium karsinomu olgularında sağkalımı etkilemediği sonucuna varıldı.Öğe AIRQ+ modellemesi ile hatay, osmaniye ve kahramanmaraş'ta hava kirliliğine bağlı ölümler, 2015-2019(Hatay Mustafa Kemal Üniversitesi, 2023) Mahşer, Suat Mithat; İnandı, TacettinAmaç: Dünya'da ve ülkemizde önemli bir halk sağlığı sorunu haline gelen hava kirliliği ile ilgili planlamış olduğumuz araştırmayla, Hatay, Osmaniye ve Kahramanmaraş illerinin PM₁₀ ortalamalarını değerlendirmek ve AIRQ+ programıyla hava kirliliğine bağlı önlenebilir ölüm sayılarını hesaplamak amaçlanmıştır. Yöntem: Araştırma ekolojik tiptedir. Araştırmada Hatay, Kahramanmaraş ve Osmaniye illerindeki ölçüm istasyonlarının 2015-2019 yılları arasındaki PM₁₀ ölçümleri Çevre ve Şehircilik Bakanlığı'nın Hava Kalitesi İzleme Ağı Web Sitesi'nden alınmıştır. İllerin nüfus ve ölüm verileri Türkiye İstatistik Kurumu'ndan temin edilmiştir. Araştırmaya PM₁₀ doluluk oranı %75 olan 5 istasyon dahil edilmiştir. Hava kirliliğine atfedilebilir ölüm sonuçları, AIRQ+ programı kullanılarak hesaplanmıştır. PM₁₀ verileri PM2,5'a, dönüşüm katsayısı olan 0,67 ile çarpılarak çevrilmiştir. Bulgular: İllerin 2015-2019 yılları arasında hava kirliliğine atfedilebilir toplam ölüm sayıları 10022 ölüm olarak bulundu. Ölümlerin dağılımı, Hatay için 3357 ölüm, Osmaniye için 1992 ölüm, Kahramanmaraş için 4668 ölüm olarak bulundu. Tüm yıllar için hava kirliliğine atfedilebilir ölüm oranları ise; Hatay ilinde %10,96, Osmaniye ilinde %18,85 ve Kahramanmaraş ilinde %22,68 olarak hesaplandı. Osmaniye ve Kahramanmaraş illerinde tüm yıllarda limit değerin üzerinde PM₁₀ ölçümleri yapılırken, Hatay ilinde son yılda ölçülen değerin limit değerin altına doğru düştüğü bulundu. Sonuç ve Öneriler: Çalışmanın yapıldığı illerde 5 yıllık sürede illerin PM₁₀ ölçümleri limit değerin 2-4 katı üzerindeydi ve 30 yaş üzeri nüfusta gerçekleşen her 20 ölümden 3'ü hava kirliliğine atfedilmekteydi. İlk yıl tüm illerde yaklaşık beş ölümden biri hava kirliliğine atfedilebilir ölümdü. Çalışmaya alınan iller arasında, Kahramanmaraş ili havası en kirli il olup, hava kirliliğine atfedilebilir ölüm oranı ve mortalite hızı en yüksek il olarak bulundu. Hatay ve Osmaniye illerinin hava kirliliğine atfedilebilir ölüm oranları düşüş eğilimindeydi. Çalışmaya alınan illerin 2015 PM₁₀ ortalaması DSÖ limit değerin 3-4 katı üstündeydi. Aralık ve Ocak ayları en kirli aylar olarak bulundu. DSÖ'nün hava kalitesi standartlarında tanımladığı kirleticilerin hepsi tüm istasyonlarda düzenli olarak ölçülebilmeli, hava kirleticilerinin sınır değerleri DSÖ ile tamamen uyumlu hale getirilmeli ve PM2,5 için limit değer belirlenmelidir.Öğe Antibiyotiklerin testiküler fonksiyon ve spermatogenez üzerine etkisi(Hatay Mustafa Kemal Üniversitesi, 2023) Porgalı, Sefa Burak; Görür, SadıkAmaç: Çalışmamızda antibiyotiklerin testiste oluşturduğu histopatolojik hasar,erkek üreme sisteminde etkili olan hormonlar ve oksidatif stres parametrelerinde oluşturduğu etkilerinin karşılaştırmalı olarak incelenmesi amaçlanmıştır. Gereç ve yöntem:60 adet wistar cinsi rat ile yapılan çalışmamız 6 farklı gruba ayrıldı.21 gün devam eden hayvan deneyi sonucunda alınan dokular patoloji tarafından H&E ile boyama yapıldı. Bulgular: Seftriakson grubunda Johnsen's testiküler histolojik hasar skoru, seminifer tübül çapı ve seminifer epitel kalınlığı ve Testosteron değerlerinin anlamlı olarak düşük olduğu görüldü(sırasıyla p=0.001,p=0.001,p=0.001). Biyokimyasal olarak Seftriakson, Ertapenem ve Vankomisin gruplarında GSH'da düşüş ve MDA da artış olduuğu gözlendi(sırasıyla p=0.014,p=0.207). Hormonal olarak ise LH, FSH düzeylerinde anlamlı fark gözlenmedi(sırasıyla p=0.251,p=0.196) .Testosteronun ise sadece Seftriakson grubunda düşük olduğu incelendi(p=0.004) Sonuç: çalışmada Seftriakson tedavisinin testis dokusuna hasar verdiği ve üreyebilmeyi düşürdüğü, testis dokusunda oksidatif stresi artırdığını ve Testosteron hormonu üzerine olumsuz etkisi olduğunu tespit ettik.Öğe Ratlarda defektif kırıklarda uygulanan farklı greftlerin sonuçları(Hatay Mustafa Kemal Üniversitesi, 2015) Aydoğan, Zafer; Özden, Raifİskelet sistemi hareket için esas bir yapıdır. Uygulanan mekanik güç kemiğin taşıyabileceğinden fazla ise kırılır. Travma, kemik enfeksiyonları, konjenital anomaliler, kas iskelet sistemi tümör cerrahisi, revizyon artroplasti cerrahisi ve spinal cerrahi gibi rekonstrüktif işlemler sırasında oluşan kemik defektlerini tedavi etmek amacıyla kemik greftleri ve kemik yerini tutabilecek maddeler artan sıklıkla kullanılmaktadır. Kemik grefti olarak otogreftler ve allogreftler kullanılır. Kemik yerine geçebilecek maddeler arasında ise seramikler (dogal ve sentetik), demineralize kemik matriksi, kemik morfojenik protein, otolog kemik iligi, büyüme faktörleri ve kompozit greftler tercih edilebilir. Bu çalışmada amaç uygulanan farklı greftlerin oluşturulan kemik kırık defekt modellerinde iyileşme üzerine etkilerinin araştırılmasıdır. 80 adet Wistar-Albino tipi erkek sıçan Kontrol ve Çalışma (kortikokansellöz allogreft, demineralize kemik matriksi ve sentetik cam seramik) grubu olarak 20'er adet olarak dörte ayrıldı. Sedasyon anestezi altında tüm sıçanların sağ femur diafiz bölgelerinde cisim çapının 2 katı kadar defektif kırık elektrikli testere ile oluşturuldu(80). Kırık sonrası femur kırıkları retrograd 2 mm Kirschner Teli(K-Wire) ile tespit edildi. 1. grup kontrol grubu olarak kabul edilerek defektif bölgeye herhengi bir madde uygulanmadı. 2.grubtaki defektif bölgeye allogreft, 3.guptakilere demineralize kemik matriksi, 4.gruba biyoaktif cam seramik uygulandı. Eşit sayıda sıçanda kırık oluşturulduktan 6 hafta sonrası sakrifiye edilerek, kırık iyileşmesi araştırılmak üzere (biyomekanik ve histopatolojik) değerlendirildi. Biyomekanik ve histopatolojik inceleme sonucunda kontrol ve çalışma grubları arasında anlamlı fark saptandı. Çalışma grupları kendi aralarında değerlendirildiklerinde ise anlamlı bir fark saptanmadı. Bu bulgulara göre, rat femur defektif modelinde, lokal olarak uygulanan greftlerin, biyomekanik ve histopatolojik olarak iyileşme üzerine olumlu etki gösterdiği tespit edildi.Öğe Mide adenokarsinomlarında ADAMTS12, HLA-F, LTBP1, JAGGED2 protein ekspresyonları ve histopatolojik korelasyonu(Hatay Mustafa Kemal Üniversitesi, 2017) Gökçe, Ayça Orhan; Doğan, EsinAmaç: Gastrik adenokarsinomda ADAMTS12, HLA-F, LTBP1, Jagged2 ekspresyonlarını tanımlamak elde ettiğimiz sonuçları klinik ve prognostik parametreler ile ilişkisini araştırmak. Yöntem: Gastrik adenokarsinom tanısı almış 45 olguya ait blokların immünohistokimyasal (IHK) olarak HLA-F, ADAMTS12, LTBP1, Jagged2 antikorları ile boyanma sonuçlarının saptanması ve bu sonuçların diğer prognostik parametrelerle karşılaştırılarak istatistiksel olarak değerlendirilmesi. Bulgular: Gastrik adenokarsinomlu 45 olgunun HLA-F, ADAMTS12, LTBP1 ile hem tümoral hücre hemde tümöre komşu stromal hücrelerde eksprese olduğu saptandı. HLA-F nin olguların tamamında eksprese olduğu izlendi. HLA-F ile tümöral hücrelerde 2 (%4,4) olguda 1+, 2 (%4,4) olguda 2+, 5 (%11,2) olguda 3+, 36 (%80) olguda 4+ boyanma izlendi. HLA-F ile stromal hücrelerde 4 (%8,9) olguda zayıf pozitiflik, 41(%91,1) olguda güçlü pozitiflik izlendi. ADAMTS12 ile tümöral hücrelerde olguların 43 tanesinde (%95,6) pozitif, 2 tanesinde (%4,4) negatif, stromal hücrelerde 44 tanesinde (%97,8) pozitif, 1 tanesinde (%2,2) negatif boyanma izlendi. LTBP1 ile tümöral hücrelerde olguların 9'unda (%20) pozitiflik, 36'sında (%80) negatiflik, stromal hücrelerde olguların , 36'sında (%80) pozitif, 9'unda (%20) negatif boyanma görüldü. Jagged2 ile IHK'sal çalışma teknik nedenlerden dolayı optimal düzeyde yapılamadı. Vakaların sadece birkaçında stromal hücrelerde pozitiflik izlendi. Büyük çoğunluğunda boyanma izlenmedi. Bu nedenle istatiksel olarak değerlendirme yapılamadı. Sonuçlar: incelenen klinikopatolojik parametrelerde ADAMTS12, HLA-F, LTBP1 boyanması açısından anlamlı farklılık gözlenmedi. Literatürün kapsamlı incelenmesi ve kendi serimizdeki analizlerimizin sonuçlarına göre boyanmadaki heterojenite, hasta sayısının yetersiz oluşu ve antikorların klonlarındaki farklılıklar IHK analizlerini etkilemektedir. Mide adenokarsinomlarında rol oynayan biyolojik faktörleri belirlemek tanı ve tedaviye yönelik yeni hedeflerin belirlenmesine yardımcı olacaktır. Bu nedenle bu çalışmaların daha ileri laboratuar koşullarında ve daha fazla olguyla tekrar uygulanması gerektiğini düşünüyoruz.Öğe Temporomandibular eklemin yüksek çözünürlüklü manyetik rezonans görüntülemesi:Konvansiyonel yüzeyel koil ile mikroskopi koilinin karşılaştırılması(Hatay Mustafa Kemal Üniversitesi, 2011) Sarcan, Mustafa; Balcı, AliAmaç: Temporomandibular eklemin (TME) manyetik rezonans görüntülemesinde yüksek çözünürlüklü mikroskopi koil ve konvansiyonel yüzeyel koil kullanımının kalitatif ve kantitatif olarak karşılaştırılması.Gereç ve yöntem: TME disfonksiyonu olmayan 10 gönüllünün sağ TME'ine ağız kapalı pozisyonda manyetik rezonans görüntüleme (MRG) yapıldı.1.5 T MRG cihazı ile konvansiyonel yüzeyel koil (Fleks S koil,field of view 170 mm) ve 47 mm mikroskopi koil (field of viev 100 mm) kullanılarak sağ TME'e yönelik proton dansite ağırlıklı (PDW) görüntüler alındı.Elde edilen sagittal plan PDW görüntülerde TME'in disk ön bandı,arka bandı,orta bandı,bilaminar zonun üst ve alt kısımları,disk çevre doku ayrımı 1 ile 5 arasında (1; çok kötü, 2; kötü, 3;orta, 4; iyi, 5; çok iyi) skorlama yapılarak iki radyolog tarafından kalitatif olarak değerlendirildi.Ayrıca koronal plan PDW görüntülerde disk çevre-doku ayrımı, kortikal kemik ile kapsüler bağ iç ve dış komponentlerinin görünebilirliği aynı şekilde skorlandı.Kantitatif olarak ise her iki koil için disk ve mandibula kondil başı medüller komponenti üzerinden konrast-gürültü oranı (CNR) hesaplanarak karşılaştırıldı.Bulgular: Mikroskopi koil ile elde edilen sagittal ve koronal her iki plan görüntülerde anatomik yapıların skorları konvansiyonel koil ile elde edilen görüntülerin skorlarından istatiksel olarak anlamlı şekilde yüksek bulundu (P<0.05). Kantitatif olarak ise mikroskopi koil CNR değerleri konvansiyonel koil değerlerinden anlamlı şekilde belirgin yüksek bulundu(10.46'ya 8.30, P< 0. 0001).Sonuç: Mikroskopi koil kullanılarak elde edilen normal TME'nin yüksek çözünürlüklü görüntüleri kalitatif ve kantitatif olarak konvansiyonel koilden üstündür. Bu yöntem TME patolojilerinin tanısında tercih edilebilir.Öğe Spinal kord travması oluşturulmuş ratlarda riluzole ve trimetazidine etkinliğinin araştırılması ve metilprednizolon etkinliği ile karşılaştırılması(Hatay Mustafa Kemal Üniversitesi, 2018) Kaya, Mustafa Emrah; Serarslan, YurdalAmaç: Spinal kord travması tedavisinde etkinliği kanıtlanmış olan Metilprednisolon tedavisine alternatif olarak Trimetazidine ve Riluzole tedavilerinin kombine veya ayrı ayrı olarak kullanımlarının histopatolojik, biyokimyasal ve motor fonksiyon değerlendirmeler etkinliklerini karşılaştırmak. Yöntem: Spinal kord travmasında oluşan hasar fizyopatolojik olarak iki aşamada meydana gelmektedir. Birinci aşama primer hasardır ki bu aşama koruyucu yöntemler ile önlenebilir. İkinci aşama sekonder hasar evresi olup var olan klinik çalışmaların çoğu bu aşamaya yöneliktir. Etkinliği yapılmış olan çok merkezli çalışmalar ile kanıtlanmış olan metilprednisolon etkisini, lipid peroksidasyonunu azaltarak, hücre içi asit baz ve kalsiyum dengelerini düzenleyerek, Na-K ATP az aktivitesinde artış sağlayıp travma bölgesinde su ve Na tutulumunu azaltıp, K kaybını engelleyerek, kan akımı ve nöral doku perfüzyonunu arttırarak göstermektedir. Bu çalışmada kardiak antiiskemik etkinliği kanıtlanmış Trimetazidine ve nöroprotektif etkisi sayesinde spinal travma ve bazı nörodejeneratif hastalıklarda da kullanımı bulunan Riluzole ün kombine ve ayrı ayrı kullanılarak histopatolojik, biyokimyasal ve motor fonksiyon açısından etkinliklerini metilprednisolon ile karşılaştırdık. Çalışmamız Nisan 2018-Temmuz 2018 tarihleri arasında Hatay Mustafa Kemal Üniversitesi Tayfur Ata Sökmen Tıp Fakültesi Beyin ve Sinir Cerrahisi kliniğinde 250-300 gram ağırlığında 49 adet Wistar Albino cinsi rat ile yapıldı. Ratlar 7 gruba ayırıldı Kontrol grubuna sadece günlük nörolojik muayene yapıldı. Sham grubuna sadece cerrahi işlem yapılarak torakal 7-8 laminektomi uygulandı. Travma grubuna cerrahi işlem sonrasında 5 cm yükseklikten bir tüp yardımı ile 5gr ağırlık düşürülerek travma oluşturuldu. Metilprednisolon grubuna cerrahi ve travma sonrası 30 mg/kg metilprednisolon uygulandı. Riluzole grubuna cerrahi ve travma sonrasında 1 mg/kg riluzole uygulandı. Trimetazidine grubuna cerrahi ve travma sonrası 3mg/kg trimetazidine uygulandı. Riluzole ve trimetazidine kombine grubuna cerrahi ve travma sonrası 3mg/kg trimetazidine yanında 1 mg/kg riluzole uygulandı. Cerrahiden 48 saat sonra sakrifiye edilen ratlardan alınan kan örnekleri ve kord örnekleri biyokimyasal olarak total antioksidan durum, total oksidan durum ve malondialdehid düzeyi çalışıldı. Patolojik incelemeleride yapıldıktan sonra histopatolojik, biyokimyasal ve nörolojik muayene sonuçları SPSS 20 programında analiz edilerek çıkan sonuçlar Kruskal Wallis dağılım cetveli ve Mann Whitney U test ile değerlendirilmiştir. Bulgular: Trimetazidine ve riluzole kombine verilen grup ile Metilprednisolon verilen grup arasında travma grubuna kıyasla Tarlov travma skoru ve biokimyasal incelemelerde anlamlı fark olduğu ancak trimetazidine veya riluzole ün ayrı ayrı verildiği gruplarda anlamlı bir fark olmadığı değerlendirilmiştir. Sonuç: Çalışmamızda spinal kord travmasında yüksek doz metilprednisolon tedavisine alternatif olarak trimetazidine ve riluzole kombine tedavisinin düşünülebileceği ancak bu konu için daha geniş zaman dilimli ve daha geniş çaplı çalışmalar yapılması gerektiği düşünülmüştür. VIIÖğe Gebelik beslenmesinin ve vücut kitle indeksi değişikliklerinin makrozomi ile ilişkisi(Hatay Mustafa Kemal Üniversitesi, 2013) Mansuroğlu, Yeter Ela; Özer, CahitAMAÇ: Gebelik süresince vücut kitle indeksi (VKİ) değişimlerinin makrozomi tahminindeki yerini ve makrozominin gebelik beslenmesi ile ilişkisini göstermek amaçlandı. YÖNTEM: Çalışma Antakya merkeze bağlı 18 600 nüfuslu Serinyol beldesinde bulunan 5 aile hekiminin çalıştığı 2 aile sağlığı merkezinde 1 Ağustos 2012 ve 1 Ağustos 2013 tarihleri arasında takip edilen gebelerde yapıldı. 1 yıllık dönemde doğum yapması beklenen her gebe için doldurulmak üzere gebe takip formu oluşturuldu. Aşikar diabetes mellitus, gestasyonel diabetes mellitus veya hipertansiyon hastalığı olanlar, kayıtları eksik olanlar, bu dönem içerisinde kaydını başka yere aldıranlar, çoğul gebeliği olanlar, 37 haftadan önce doğum yapanlar, ölü doğum yapanlar ve çalışmaya dahil olmak istemeyenler çalışma dışı bırakıldı. BULGULAR: 1 yıllık dönemde 328 gebe saptandı, 34 gebe dışlama kriterleri nedeniyle çalışma dışı bırakıldı. Toplamda 294 gebenin sonuçları analiz edildi. 21 (%7.1) bebek makrozomik idi. 0-6, 6-9 ve 0-9. aylar arası VKİ yüzde değişimi makrozomik grupta sırasıyla 9.85 (-13.45-28.07), 7.89 (0-21.54) ve 20.68 (-11.76-54.39) iken normal grupta sırasıyla 9.25 (-3.75-33.33), 6.57 (0-32.65) ve 17.46 (0-48) idi. Tüm trimesterlerde makrozomik ve normal grupta yüzde değişimleri benzerdi. Makrozomi ile ilişkili risk faktörleri lojistik regresyon modelinde incelendiğinde de VKİ yüzde değişimi risk faktörleri arasında bulunmazken makrozomik doğum öyküsü ve gestasyonel yaşın 40 hafta ve üzerinde olması makrozomi risk faktörleri arasında bulundu. Gebelikte kilo alımı ve pregestasyonel VKİ ile makrozomi ilişkisi incelendiğinde ise, makrozomik doğum öyküsü (OR:4.184, 1.133-15.385), gestasyonel yaşın 40 hafta ve üzerinde olması (OR:3.597, 1.294-10), pregestasyonel VKİ'nin 30 ve üzeri olması (OR:9.346, 2.532-34.483) ve gestasyonel kilo alımının 15 kg ve üzeri olması (OR:8.197, 2.525-26.316) makrozomi risk faktörleri olarak bulundu. SONUÇ: Net kilo alımının ve başlangıç VKİ'nin makrozomi öngörülmesinde VKİ yüzde değişimlerine göre daha iyi gösterge olduğu görülmektedir.Öğe Diyabetik polinöropatide nöropatik ağrının tedavi öncesi ve tedavi sonrasında yaşam kalitesi üzerine etkisi(Hatay Mustafa Kemal Üniversitesi, 2013) Üzel, Meral; Melek, İsmet MuratGiriş ve Amaç: Diyabetik polinöropatili hastalarda nöropatik ağrının yaşam kalitesi üzerine olumsuz etkisi bilinen bir gerçektir. Hastaları günlük yaşamında fiziksel, mental ve duygusal açıdan çok yönlü olarak etkileyebilmektedir. Bu çalışma diyabetik hastalarda nöropatik ağrının tedavi öncesi ve tedavi sonrasında yaşam kalitesi üzerine olan etkisinin karşılaştırılması amacıyla planlandı. Gereç ve Yöntem: Çalışmaya nöroloji ve endokrinoloji polikliniklerine başvuran diyabetes mellitus tanılı 60 hasta dahil edildi. Tüm katılımcılara nörofizyolojik test olarak Elektronöromiyelografi (ENMG); hemoglobin A1C ve açlık kan şekeri düzeyi kan tetkikleri, VAS, LANSS,DN4 skalaları ve SF-36 (kısa form) yaşam kalitesi ölçeği formu uygulandı. Diyabetik polinöropatili hastalarda nöropatik ağrının tedavi öncesi ve tedavi sonrasında yaşam kalitesi üzerine olan etkisi karşılaştırıldı. Bulgular: Diyabetik polinöropatili toplam 60 hastanın 32 (%53,3)?si kadın, 28 (%46,7)?si erkekti. Hastaların yaş ortalaması 57,55 ± 9,61 idi. ENMG çalışmasında %80 hastada pozitif polinöropati bulguları saptandı. VAS değerleri ortalaması tedavi öncesi 6,98; tedavi sonrasında 4,78 saptandı. DN 4 skala değerlendirmesi tedavi öncesinde 5,56 iken tedavi sonrasında 3,73 idi. LANSS tedavi öncesinde ortalama 13,95; tedavi sonrasında ise 9,65 saptandı. SF 36 yaşam kalitesi ölçeği değerlendirmesinde fiziksel sağlık skorlama özeti (PCS) değerleri tedavi öncesi 39,73 ve tedavi sonrası 44,13 iken mental sağlık skorlama özeti (MCS) değerleri tedavi öncesi 39,35 tedavi sonrasında ise 44,25 olarak saptandı. Sonuçlar: Çalışmamızda diyabetik polinöropatili hastalarda nöropatik ağrının yaşam kalitesi üzerine olumsuz etkisi gösterilmiştir. Yaşam kalitesi ölçeği değerlendirmesi tedavi öncesi ve tedavi sonrasında istatistiksel olarak anlamlı farklı bulunmuştur.Öğe Psoriasisli hastalar ile sağlıklı bireylerde malassezia türlerinin deri kolonizasyon sıklığının karşılaştırılması ve hastalığın şiddeti arasındaki ilişkinin araştırılması(Hatay Mustafa Kemal Üniversitesi, 2012) Çelik, Ebru; Doğramacı, Asena ÇiğdemAmaç: Psoriasis vulgarisin (PV) etiyolojisinde rolü olduğu bildirilen Malassezia türlerinin deri kolonizasyon sıklığını psoriasisli hastalar ile sağlıklı bireylerde karşılaştırılması ve hastalığın şiddeti ile arasındaki ilişkinin araştırılması amaçlandı.Gereç ve Yöntem: Çalışmaya 34 (18 erkek, 16 kadın) PV'li hasta ile 30 (14 erkek, 16 kadın) sağlıklı gönüllü alındı. Tüm katılımcıların demografik verileri ve hastaların hastalık süreleri, aldıkları tedaviler, Psoriasis Alan Şiddet İndeksi (PAŞİ) kaydedildi. PV'li hastaların lezyonlu/lezyonsuz derisi ile kontrol grubunun derisinden 4 farklı bölgeden (saçlı deri, gövde, kol, bacak) deri kazıntı örnekleri alınarak modifiye-Dixon agara ekim yapıldı. Malassezia tür tanımlamasında konvansiyonel kültür metodları ve PCR-RFLP kullanıldı.Bulgular: PV'li hastaların PCR'larında lezyonlu deride %59.6, lezyonsuz deride %50.7, kontrollerin %34.2'sinde Malassezia saptandı. Lezyonlu ve lezyonsuz deri açısından fark yoktu (p>0.05), ancak lezyonlu deri ile kontrol grubu (p<0.001) ve lezyonsuz deri ile kontrol grubu (p=0.008) örnekleri arasında anlamlı fark saptandı. Kültürlerinde de benzer sonuçlar görüldü. PCR'larda kol (p=0.005) ve bacakta (p=0.001) lezyonlu deri ve kontrol grubu arasında fark varken, lezyonsuz deri ve kontrol grubu arasında ise sadece bacakta fark bulundu (p=0.001). Lezyonlu/lezyonsuz ve kontrol grubu deri örnekleri karşılaştırıldığında; kontrol grubunda M. Restricta, M. Sympodialis, M. Slooffiae anlamlı olarak fazlaydı. Saçlı deri ve bacakta lezyonlu deride kontrole göre M. furfur daha sık üredi. Türlere özgü kolonizasyonun, yaş, cinsiyet, hastalık süresi, PAŞİ skoru ve tedavi ile ilişkili olmadığı belirlendi.Sonuçlar: PV'li hastalarda saptanan Malassezia türleri ile PAŞİ skoru arasında bir ilişki tespit edilememekle birlikte, hastaların lezyonlu derilerinde M. Furfur'un anlamlı yüksek bulunması, Malasseziaların PV'deki inflamatuvar cevabı ve hiperproliferasyonu ilerleterek etiyopatogenezde rolü olabileceğini düşündürmektedir.Öğe Ankilozan spondilitli hastalarda fizyoterapinin solunum fonksiyonları ve yaşam kalitesi üzerine olan etkisi(Hatay Mustafa Kemal Üniversitesi, 2011) Bolaç, Veli Enes; Güler, HayalÇalışmamızın amacı ankilozan spondilitli hastalarda fizyoterapinin yaşam kalitesi ve solunum fonksiyonları üzerine olan etkisini değerlendirmektir. Modifiye New-York kriterlerine göre tanısı konmuş 40 AS'li hasta çalışmaya dâhil edildi. İlk ay hastalara haftada 2 gün fizik tedavi ünitesinde fizyoterapi programı uygulamalı olarak gösterildi. Sonraki iki ay boyuncada her gün 20- 30 dakika yapılmak üzere eklem hareket açıklığı, germe, güçlendirme, postür ve solunum egzersizlerini içeren ev egzersiz programı ile eğitim ve egzersiz kitapçığı verildi. Değerlendirmeler tedavi öncesi ve tedavinin 3. ayında poliklinikte yapıldı. Ağrı skorları visüel analog skala (VAS), hastalık aktivitesi BASDAİ ve yaşam kalitesi HAQ-S kullanılarak ölçüldü. Hastalara tedavi öncesi ve tedavinin 3. ayında spirolab III spirometre ile solunum fonksiyon testi yapıldı. Çalışmaya alınan 40 hastanın 16'sı kadın 24'ü erkekti. Ortalama hastalık süresi 5,83 ± 5,88 olarak bulundu. 9 hasta NSAİ ilaç, 23 hasta sülfosalazin ve NSAİ kullanmakta iken 8 hasta ise anti TNF kullanıyordu. Tedavi öncesi ortalama FEV1 değeri 3,07 ± 0,74 lt/sn, ortalama FVC değeri 3,71 ± 0,84 lt/sn, ortalama FEV1/FVC değeri %82,75 ± 6,27 ve ortalama HAQ-S skoru 0,6380 ± 0,4066 saptandı. Tedavi sonrası ortalama FEV1 değeri 3,13 ± 0,70 lt/sn, ortalama FVC değeri 3,71 ± 0,85 lt/sn, ortalama FEV1/FVC değeri %84,58 ± 5,17 ve ortalama HAQ-S skoru 0,5920 ± 0,3227 olarak bulundu. Ankilozan spondilitli hastalarda fizyoterapi programının VAS (p=0.012), modifiye schober (p=0.019), FEV1 (p=0.025), FEV1/FVC (p=0.010) ve BASDAİ (p=0.020) değerleri üzerine istatistiksel olarak anlamlı, FVC (p=0.938) ve HAQ-S (p=0.251) değerleri üzerine anlamsız olduğu saptandı. Sonuç olarak; çalışmamız AS'li hastalarda fizyoterapinin solunum fonksiyonları ve hastalık aktivitesi üzerine etkili olabileceğini göstermektedir.Öğe Diz eklemi anatomik varyasyonlarının magnetik rezonans görüntüleme ile değerlendirilmesi(Hatay Mustafa Kemal Üniversitesi, 2016) Biçer, İsmet; Karazincir, SinemAmaç: Diz eklemi anatomik varyasyonlarının MRG ile değerlendirilmesi Gereç ve Yöntem: Ocak 2012-Haziran 2015 tarihleri arasında diz MRG tetkiki çekilen 3089 (1477 kadın, 1612 erkek) hastanın görüntüleri retrospektif olarak değerlendirildi. Kemik varyasyonlarından Bipartat/multipartat patella, dorsal patellar defekt, fabella, kortikal desmoid, kas varyasyonlarından Gastroknemius üçüncü başı , aksesuar popliteus kası, tensor fasia lata kası varlığı , ligaman varyasyonlarından anterior transvers intermeniskal ligaman, oblik meniskomeniskal ligaman ve meniskofemoral ligaman, menisküs varyasyonlarınadan menisküste dalgalanma, lateral menisküs anterior hornunda striasyon( beneklenme), diskoid menisküs ve meniskal ossikül varlığı, plikalardan süperior, inferior ve medial plika varlığı değerlendirildi. Bulgular:En sık görülen varyasyon posterior meniskofemoral (Wrisberg) ligaman (%41,11) idi. Bipartat patella (%0,4), multipartat patella (%0,1), dorsal patellar defekt (%1), fabella (%12), kortikal desmoid (%12), gastroknemius üçüncü başı (%3), diskoid menisküs (%2,50), meniskal dalgalanma (%2), lateral menisküs anterior hornunda striasyon (%35) anterior transvers intermeniskal ligaman (%39,54), oblik meniskomeniskeal ligaman (%1,40), anterior meniskofemoral (Humprey) ligaman(%16), posterior meniskofemoral ligaman(Wrisberg) (%41,11), suprapatellar plika (%9), mediopatellar plika (%2), infrapatellar plika (%8) oranında saptandı. Sonuç: Diz çevresi ve içerisinde çok sayıda ligaman ve tendon bulunmakta ve bunların birçoğu anatomik varyasyon içermektedir. Retrospektif yapılan bu çalışmada hastaların % 80'inde en az bir varyasyon saptandı. Bunların bilinmesi ve tanımlanması doğru tanı, gereksiz ekstra görüntüleme ve ekstra tedavileri önlemek açısından önemlidir.Öğe MKÜ Tıp Fakültesi Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Polikliniğine başvuran konversiyon bozukluğu tanısı konmuş hastaların sosyodemografik ve klinik özellikleri(Hatay Mustafa Kemal Üniversitesi, 2011) Eren, Hacı Mehmet; Akdemir, AsenaKonversiyon Bozukluğu, merkezi ya da periferik sinir sisteminin bilinen anatomik ve fizyolojik yapısına uymayan belirtilerle giden, genelde öncesinde hasta için psikolojik bir stresörün veya çatışmanın olduğu bir bozukluk şeklinde tanımlanabilir. Konversiyon belirtilerinin kişinin içinde yaşadığı toplum ve kültürün etkisiyle şekillendiğine dair sosyokültürel görüşler ileri sürülmüştür. Sözel ifadenin toplumca kısıtlandığı durumlarda konversiyon belirtileri ortaya çıkarak sözsüz bir iletişim aracı olmaktadırlar. Böylece baskılanmış duygular, Konversiyon belirtileri halinde dışa vurularak, konversiyon bir çeşit kendini ifade biçimi olarak kullanılabilmektedir. Risk etkenleri olarak, düşük sosyoekonomik koşullar, düşük eğitim düzeyi, yetersiz içgörü, düşük zeka düzeyi, sınırlı biyomedikal bilgiye sahip olma ve hastalık öncesinde stres etmenleri gösterilmiştir. Ülkemiz gibi gelişmekte olan ülkelerde somatize etme eğilimin yüksek olması, toplumumuzda sık görülen bir psikiyatrik hastalık olması, hastalığın gelişiminde hangi sosyodemografik etkenlerin etkili olduğunu anlamak açısından özellikle incelenmesi ve araştırılması gereken bir alandır.Ocak 2009 ve Ocak 2011 tarihleri arasında MKÜ Tıp Fakültesi Araştırma ve Uygulama Hastanesi Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Polikliniğine başvurmuş ve Konversiyon Bozukluğu tanısı konmuş yaşları 16 ile 65 arasında değişen 75 hasta çalışmanın örneklem grubunu oluşturmaktadır. Çalışmamızın temel amacı Konversiyon Bozuklukluğu tanısı konmuş hastaların sosoyodemografik ve klinik özelliklerini tanımlamaktır.Çalışmamızda Konversiyon Bozukluğu tanısı almış hastaların %81,3'ini (64 kişi) kadınların, %50,6'sını (38 kişi) evli kadınların oluşturduğu ve çoğunluğunun evlenme yaşlarının %34,7 (26 kişi) oranı ile 16-19 yaş aralığında olduğu saptanmıştır. Katılımcıların %76'sı (55 kişi) çalışmayanlardan ve %56'sı (42 kişi) çekirdek aile yapısına sahip olanlardan oluşmaktadır. Hastaların büyük çoğunluğunu kırsal kesimde yaşayanların ve büyüyenlerin oluşturduğu, genel olarak düşük ekonomik bir düzeye sahip oldukları ve çoğunluğunu (%73,3) ilköğretim ve altı eğitim alanların oluşturduğu saptanmıştır. Klinik alt tiplerine göre değerlendirildiğinde; katılmalar ya da konvülsiyonlar gösteren alt tipin %34,7 (26 kişi) oranıyla ilk sırada yer aldığı saptanmıştır. Hastaların %48,7'sinde ek bir psikiyatrik tanı olduğu, psikiyatrik hastalıklar analiz edildiğinde; somatoform bozuklukların % 11,9 (9 kişi) oranıyla ilk sırada yer aldığı, bunu %11,3 (7 kişi) oranla m. depresyonun % 8 (6 kişi) oranıyla takip ettiği, yaş, eğitim düzeyi ve ortalama aylık gelir arttıkça ek psikiyatrik hastalığın görülme oranın da arttığı saptanmıştır. Katılımcıların %38,7'sinin (29 kişi) Somatoform Dissosiyasyon Ölçeğin'den (SDQ) 40 ve üstü puan, %26,7'sinin (20 kişi) Dissosiyasyon Ölçeğin'den (DIS-Q) 2,5 ve üzeri puan ve %13,3'ünün (10 kişi) Dissosiyatif Yaşantılar Ölçeğin'den (DES) 30 ve üzeri puan aldıkları, Somatoform Dissosiyasyon Ölçeği (SDQ) ve Dissosiyasyon Ölçeği (DIS-Q) skorları arasında yüksek skorların oranlarının birbirine yakın olduğu saptanmıştır. Ölçeklerden yüksek puan alanların büyük çoğunluğunu, kadınların, ev hanımlarının, düşük eğitim yılına sahip olanların, 20-29 yaş grubundakilerin ve ortalama aylık geliri 1000 TL'nin altında olanların oluşturduğu saptanmıştır.Çalışmamız sonucunda polikliniğimize başvuran hastaların çoğunluğunun düşük sosyoekonomik düzeye sahip olanlardan, kadınlardan, 20-29 yaş aralığında olanlardan oluştuğu, alt tip bakımında katılmalar ve konvulsiyonlar gösteren alt tipin daha sık görüldüğü ve katılımcıların neredeyse yarısının ek bir psikiyatrik hastalığının olduğu saptanmıştır.Anahtar sözcükler: Konversiyon Bozukluğu, sosoyodemografik özellikler, klinik alt tiplerÖğe Endometrium atipili kompleks hiperplazi ve adenokarsinomlarında PTEN ve PIK3CA ekspresyonunun prognostik faktörlerle ilişkisi(Hatay Mustafa Kemal Üniversitesi, 2014) Toprak, Serhat; Hakverdi, SibelAmaç: Endometrium atipili kompleks hiperplazi (KAH) ve endometrioid endometrial adenokarsinomlarında (EEK), PTEN (Phosphatase and tensin homolog) ve PIK3CA (Fosfatidil inositol 3 kinaz katalitik alfa) ekspresyonun prognostik faktörlerle ilişkisini araştırmak. Yöntem: Atipili kompleks hiperplazi ve çeşitli evrelerde EEK tanısı almış hastalara ait parafin blokların immünohistokimyasal olarak PTEN ve PIK3C antikorları ile boyanma sonuçlarının prognostik faktörlerle ilişkilerinin istatistiksel olarak saptanması. Bulgular: PTEN ekspresyon kaybını KAH'de %28, EEK'de %86 olarak, EEK da derece I, II, III te sırasıyla %92,3, %81,5,%90, FİGO evre IA, IB, II, IIIA, IIIC1, ve IVB de sırasıyla %84,6, %86,4, %100, %100, %80, %100, myometrial invazyon derinliği <1/2 olanlarda %86,2, >1/2'den fazla olanlarda %85,7, lenfovasküler invazyonu mevcut olanlarda %100, olmayanlarda %82,1 bulduk. PIK3C ekspresyonu KAH'da %4, EEK'da %68 olarak, EEK da derece I, II, III'te sırasıyla %84, %66,7, %50, FİGO evre IA, IB, II, IIIA, IIIC1, ve IVB de sırasıyla, %65, %76,9, %0, %66,7, %80, %50, myometrial invazyon derinliği >1/2 olanlarda %71,4, <1/2 olanlarda %65,5, lenfovasküler invazyonu mevcut olanlarda %72,7, olmayanlarda % 66,7 oranında bulduk. Sonuçlar: PTEN ekspresyon kaybının EEK'lu olgularda, KAH'li olgulara daha yüksek olduğu, PTEN ekspresyonun histolojik derece ile ilişkili olmadığı, evre artıkça PTEN ekspresyonun azaldığı, PIK3C ekspresyonun tümör derecesi, evresi, lenf nodu tutulumu, lenfovasküler invazyon, myometrial invazyon derinliği gibi kötü prognostik faktörlerin varlığında arttığı bulundu, fakat bu korelasyonun istatistiksel olarak anlamlı olmadığı bulundu.Öğe İnguinal herni onarımı yapılan hastalarda ultrason eşliğinde yapılan transversus abdominis plan bloğunun postoperatif analjezik etkinliğinin değerlendirilmesi(Hatay Mustafa Kemal Üniversitesi, 2013) Oran, Mustafa Cemil; Karcıoğlu, MuratAmaç:Çalışmamızda, genel anestezi altında inguinal herni onarımı yapılan hastalarda, ultrason eşliğinde yapılan transversus abdominis plan (TAP) bloğunun postoperatif analjeziketkisi ve analjezik tüketimi üzerine etkisinin araştırılmasını amaçladık. Yöntem:Randomize olarak yapılan çalışmamıza, inguinal herni onarımı yapılacak ASA I-III grubu 20-70 yaş arası,40 olgu dahil edildi. Grup I?e genel anestezi, grup II?ye genel anestezi + TAP blok uygulandı. Her iki gruptaki hastaların intraoperatif ortalama arter basınçları, kalp hızı ve periferik oksijen saturasyonları 5 dakika ara ile kaydedildi. Hastalara postoperatifhasta kontrollü analjezi cihazı ile morfin uygulandı. 24 saat izlenen hastaların; 2, 4, 6, 12 ve 24. saatlerdeki VAS değerleri, istenilen-verilen analjezik miktarları, hasta memnuniyetleri kaydedildi. Bulgular: İki grup arasında, demografik verilerde bir fark bulunamadı. Ortalama arter basınçları, kalp atım hızları, operasyon süreleri açısından gruplar arası fark yoktu. Kullanılan analjezik miktarı, VAS değerleri, hasta memnuniyetleri açısından gruplar arası farklılık saptandı. Grup II?de bolus istem sayısının daha az, kullanılan analjezik miktarının daha az, VAS değerleri ve hasta memnuniyetinin daha iyi olduğu gözlemlendi. Sonuçlar: İnguinal herni onarımı yapılan hastalarda, TAP blok yapılan grupta 24 saatlik morfin gereksiniminin ve tüketiminin azaldığı ve etkin bir analjezi sağlandığını gözlemledik.Öğe Sigara içiciliğinin optik aberasyonlara etkisi(Hatay Mustafa Kemal Üniversitesi, 2014) Parlakfikirer, Nihan; Tuzcu, Esra AyhanAmaç: Sigara içiciliğinin optik aberasyonlara etkisini değerlendirmek. Gereç ve Yöntem: Çalışmaya 100 olgunun (68 erkek, 32 kadın) sağ gözü dahil edildi ve olgular sigara içen (n=50) ve sigara içmeyen (n=50) olarak iki gruba ayrıldı. Sigara içen grup; günde 1 paketten daha az sigara içenler hafif içici, günde 1 paket ve üzerinde sigara içenler ağır içici olarak iki gruba ayrıldı. Olguların göz kırpmadan sonraki 3-5. saniye içinde korneal aberasyonları Sirius korneal topografi cihazı ile ölçüldü. Olgulara schirmer ve gözyaşı kırılma zamanı (TBUT) testi yapıldı. Bulgular: Sigara içen grubun ortalama TBUT değeri 6,1±2,58 sn, sigara içmeyen grubun ortalama değeri 9,28±3,41 sn saptandı (p<0,001). Sigara içen grubun ortalama schirmer değeri 10,62±3,60 mm, sigara içmeyen grubunun ortalama değeri 13,26±4,63 mm. bulundu (p<0,001). Sigara içicilerinin ortalama sigara içme süresi 11,08±6,62 yıl, ortalama günlük paket tüketimi 0.99±0,41 paket/gün'dü. Sigara içen grubun %90‟ında (n=45) TBUT değeri anormal saptanırken, sigara içmeyen grubunun %40‟ında anormal saptanmıştır (p<0,001). Sigara içen grubun %50 sinde (n=25) schirmer anormal saptanırken, sigara içmeyen grubunun %26‟sında (n=13) anormal saptandı (p=0,023). Sigara içenlerin 14‟ü hafif içici iken, 36‟sı ağır içiciydi. Sigara içen grupta; sigara içme süresi (yıl) ve paket/yıl ile TBUT değeri arasında çok anlamlı negatif orta düzeyde bir korelasyon (p<0,001, p=0,013) saptandı ve sigara içen grupta TBUT değerindeki değişimin % 12,1‟ inden paket/yıl sorumlu bulundu. Sigara içen ve içmeyen gruplar arasında HO aberasyon açısından istatistiksel olarak anlamlı fark vardı (p<0,05). Sonuç: Sigara HO aberasyon değerlerini gözyaşı film tabakasındaki aköz ve lipit tabakayı etkileyerek artırmaktadır.Öğe Serbest doku nakillerinde damar anastomozunda coupler kullanımının dikiş anastomoz uygulamasıyla karşılaştırılması(Hatay Mustafa Kemal Üniversitesi, 2014) Karakaş, Ali Özgür; Kahraman, AhmetAmaç: Çalışmamızın amacı, serbest flep doku aktarımlarında Coupler aletiyle yapılan ven anastomozu ile dikiş yöntemiyle yapılan ven anastomozunun karşılaştırılmasıdır. Yöntem:2013-2014 yılları arasında kliniğimizde yatırılarak tedavi edilmiş, alt-üst ekstremite, baş-boyun, gövde yaralanmaları ve tümör cerrahisi sonrası oluşan doku defektlerinin onarımında serbest flep ile rekonstrüksiyon yapılan 22 hasta dahil edilerek retrospektif olarak analizleri yapıldı. Hastalar, mikrocerrahi sütür kullanılarak ven anastomozu yapılan "Dikiş Grubu" ve coupler aleti kullanılarak ven anastomozu yapılan " Coupler Grubu" olarak ikiye ayrıldı. Hastalara ait cinsiyet, yaş, yara tipi, yaralanma sebebi ve yara lokalizasyonu, flep tipi, toplam operasyon süresi, arteriyel ve venöz anastomoz şekli ve anastomoz tamamlama süresi, kulanılan coupler aleti çapı kayıtlardan bulunarak değerlendirildi. Flep takip kriterleri olarak, renk, kapiller geri dolum, turgor, ısı ve pinprik testi kayıtları toplanarak değerlendirildi. İlk dolaşımsal bozukluk zamanı ve tipi kayıtlardan alınarak değerlendirildi. Flep kaybı yaşanan ve sonrasında ikinci kez rekonstrüksiyon veya revizyon yapılan hastalar değerlendirildi. Bulgular: Çalışmaya alınan 22 hastanın 6'sı (%27.3) kadın, 16'sı (72.7) ise erkekti. Hastaların 10'unda (% 45.5) coupler aleti, 12'sinde (%54.5) ise dikiş anastomoz kulanılmıştı. Coupler Grubu ve Dikiş Grubu arasında yaş, cinsiyet, aktarılan flep tipi, defekt lokalizasyonu, flep kaybı, flep kaybı sebebi, flep kaybı zamanı, flep ve defekt yüzey alanı, flep revizyonu, alıcı arter ve ven çapı, arter anastomoz süresi, iskemi süresi, toplam operasyon süresi açısından istatistiksel olarak anlamlı fark bulunamadı (p>0.05). Gruplar arası ven anastomoz süresi ise istatistiksel olarak anlamlı bulundu (p< 0.01). Sonuç: Coupler aleti ile ven anastomozu yapılmasının serbest flep cerrahisinde, dikiş anastomoza alternatif bir yöntem olarak güvenilir şekilde kullanılabileceği kanaatindeyiz.Öğe Hatay'da çok tehlikeli sınıfta bir fabrikada ergonomi ve iş ile ilişkili kas iskelet sistemi yakınmaları(Hatay Mustafa Kemal Üniversitesi, 2017) Erdem, Mehmet; Savaş, NazanAmaç: Çok tehlikeli sınıfta yer alan bir fabrikada iş ile ilişkili kas iskelet sistemi rahatsızlıklarının (İKİSR) görülme sıklığını saptayarak İKİSR'ye neden olabilecek sosyodemografik, iş ile ilişkili ve ergonomik risk faktörlerini ortaya koymak ve konuyla ilgili çalışanlarda ve işverenlerde farkındalık yaratmaktır. Yöntem: Araştırma kesitsel nitelikte olup, 2017 yılında Hatay'da çok tehlikeli sınıfta yer alan bir fabrikada yapılmıştır. Araştırmanın evreni 190 çalışandan oluşmaktadır. Örnekleme yöntemi kullanılmayarak, tüm çalışanların araştırmaya dahil edilmesi hedeflenmiş ve 185 çalışan (%97,3) araştırmaya katılmıştır. Veri toplamada araştırmacı tarafından oluşturulan anket formu, Cornell Kas İskelet Sistemi Rahatsızlık Ölçeği ve RULA ergonomik risk analiz yöntemi kullanılmıştır. RULA ölçeğinden 0-8puan (1-4 derece), Cornell ölçeğinden ise 0-320 puan alınabilmektedir. İKİSR bağımlı değişken, sosyodemografik, iş ile ilişkili ve ergonomik faktörler ise bağımsız değişken olarak alınmıştır. İstatistiksel analizlerde; Shapiro Wilk, Ki-Kare, Mann Whitney-U, Kruskal Wallis, korelasyon, lineer ve lojistik regresyon testleri kullanılmış, p<0,05 önemli kabul edilmiştir. Bulgular: Katılımcıların %93,8'i erkek, %90,8'i mavi yakalı çalışandır. Cornell ölçeğine göre İKİSR sıklığı %58,9'dur. Çalışanların %31,9'u RULA'ya göre 3-4. derecede ergonomik riske sahipti. Kadınlarda, kronik hastalığı olanlarda, düşük gelirlilerde, işin bedensel yükünü ağır olarak algılayanlarda, son bir ayda gece çalışması yapmayanlarda, el aleti kullananlarda ve daha fazla miktarda ağırlık kaldıranlarda Cornell ölçeğine göre İKİSR daha sık bulunmuştur (p<0,05). Cornell puanı ile RULA puanı arasında erkeklerde lineer ilişki saptanırken (p<0,05) kadınlarda saptanmamıştır (p>0,05). En sık İKİSR yakınması bel bölgesindedir (%34,1). Bel İKİSR için risk faktörleri; kronik hastalık (OR=5,35), el aleti kullanma (OR=2,63), RULA puanı (OR=1,61) ve daha önce iş kazası geçirmemedir (OR=1,04). Sonuç: Çok tehlikeli sınıfta yer alan işyerinde çalışanların yarısından fazlasında İKİSR mevcut olup çalışanların yaklaşık üçte biri yüksek ergonomik riske sahiptir. Bu yönüyle İKİSR çalışanlarda sık görülen önemli bir sağlık sorunudur. En sık rahatsızlık hissedilen vücut bölgesi bel bölgesidir. İKİSR için en önemli risk faktörleri kadın cinsiyet, fazla bedensel yük, kronik hastalık, çalışırken ağırlık kaldırma ve el aleti kullanmadır. Bu risk faktörlerine yönelik işe uygun yerleştirme, teknolojiden yararlanma, ergonomik düzenlemeler ve işçi ve işveren eğitimi tarzında önlemler alınmalıdır.Öğe Hatay ili birinci basamakta üreme çağındaki kadınlarda prekonsepsiyonel bakım alma durumu ve ilişkili faktörler(Hatay Mustafa Kemal Üniversitesi, 2017) Özonur, Okan Yağız; Özer, CahitAmaç: Prekonsepsiyonel bakım anne ve baba adayından kaynaklanarak bebek için risk oluşturabilecek biyolojik, davranışsal, psikososyal etkenleri gebelikten önce saptayıp uygun şekilde çözen ya da yönlendirme esasına dayanan birinci basamak koruyucu sağlık hizmetidir. Ülkemizde bir kadının gebe kaldığını anlayıp ilk prenatal kontrolüne gelinceye dek geçen süre yaklaşık olarak kentsel alanda iki ay, kırsal alanda üç aydır. Bu süreçte fetus, organ gelişim sürecini tamamlamış olmaktadır. Dolayısıyla yaygın ve kaliteli uygulandığında bile prenatal bakımın, ana-çocuk sağlığını koruyup geliştirmede tek başına yetersiz olduğu prekonsepsiyonel bakım ile birlikte verilmesi gerektiği görülmektedir. Birinci basamakta sağlık hizmetleri kapsamında daha iyi bir prekonsepsiyonel bakım hizmeti sunabilmek için öncelikle mevcut durumun ve eksikliklerin saptanması gerekir. Bu çalışmadaki amacımız birinci basamaktaki üreme çağındaki kadınlarda prekonsepsiyonel bakım alma durumu ve ilişkili faktörlerin saptanmasıdır. Yöntem: Kesitsel tanımlayıcı tasarıma sahip olan bu çalışma , Halk Sağlığı Müdürlüğü ve Mustafa Kemal Üniversitesi Tayfur Ata Sökmen Tıp Fakültesi Etik Kurul Komitesinden gerekli izinler alındıktan sonra Hatay merkez ilçeleri olan Antakya ve Defne ilçelerinde bulunan 51 Asm den randomize 4 Asm seçilerek yürütülmüştür. Nisan 2017-Eylül 2017 tarihleri arasında herhangi bir nedenle başvuran, 18 yaş üstü üreme çağındaki kadınlara prekonsepsiyonel bakım alma durumu ve ilişkili faktörleri sorgulayan anket uygulanmıştır. Çalışmaya okuma yazma bilmeyen, onam veremeyecek durumda psikolojik rahatsızlığı olan hastalar dahil edilmemiştir. Bir anketin uygulama süresi ortalama 15-20 dakika sürmüş olup yüz yüze görüşme yöntemi uygulanmıştır. Gönüllülük esasına göre; çalışmaya katılmayı kabul edenlerden onam alındıktan sonra tarafımızca hazırlanan anket formu hastalara uygulanmıştır. Çalışma süresince kriterlere uyan toplam 1000 kişiye anket uygulandı. Bunlardan anketi tam doldurmayanlar ve soru içeriği ile uyumsuz yanıtlayanlar dahil edilmeyerek geriye kalan 910 anket değerlendirmeye alındı. Analiz için SPSS paket programı kullanıldı ve p<0.05 anlamlı olarak kabul edildi. Bulgular: Çalışmaya katılan 910 katılımcının yaş ortalaması 31.48 ± 7.47 'ydi. En düşük yaş 18, en yüksek yaş 49 bulundu. Katılımcılara şu ana kadar hiç prekonsepsiyonel bakım alıp almadıkları sorulduğunda 246(%27.0)'sı aldığını, 664(%73.0) katılımcı ise almadığını ifade etti. En az bir gebeliği olan katılımcılardan 210(%23.1)'unun herhangi bir plansız gebeliği yok, 569(%62.5)'u ise en az bir plansız gebeliğe sahipti. Mevcut gebeliğin planlı olmasını etkileyen faktörlerde ise; eğitim durumu, aylık gelir, çalışma durumu, mevcut kronik hastalık, düzenli ol arak kullanılan ilaç, prekonsepsiyonel bakım alma bilgisi, prekonsepsiyonel bakım hakkında yeterli bilgi sahibi olma, eşinin eğitim durumu ve eşinin sigara kullanımı ile planlı olmayan gebelik durumu arasında istatistiksel olarak anlamlı bir ilişki bulundu (p<0,05). Sigara kullanımı, alkol kullanımı, düzenli olarak egzersiz yapma, akraba evliliği ile planlı olmayan gebelik durumu arasında istatistiksel bir ilişki bulunmadı (p>0,05). Sonuçlar: Bu çalışmada katılımcıların prekonsepsiyonel bakım alma oranı %27 olarak bulundu. Prekonsepsiyonel bakım alan katılımcıların ise gebeliklerini planladıkları ve eğitim düzeylerinin almayanlardan yüksek olduğu görüldü. Sağlık hizmeti sunucularının katılımcıları prekonsepsiyonel bakımın tüm komponentleri açısından sorgulamadıkları görüldü. Hekimlerin mezuniyet öncesi ve sonrası eğitimlerle prekonsepsiyonel bakım hakkında daha fazla bilgi sahibi olması sağlanmalıdır. Doğurganlık çağındaki tüm kadınlar prekonsepsiyonel bakım açısından değerlendirilmelidir. Pratisyen hekimler ve aile hekimleri başta olmak üzere birinci basamak sağlık çalışanlarının gebelik öncesi bakımda önemli rolleri bulunmaktadır. Ancak genellikle personelin konu hakkındaki bilgisi veya motivasyonları yetersiz görünmektedir. Dolayısıyla bu hizmet, sağlık calışanının inisiyatifine bırakılırsa yeterince iyi uygulanamayabilir. Türkiye'de doğum öncesi bakım konusunda önemli adımlar atılmıştır ancak (evlilik öncesi verilen danışmanlık hizmetleri hariç tutulursa) standart bir gebelik öncesi bakım şeması henüz devlet eliyle uygulamaya konulmamıştır. Prekonsepsiyonel bakım ulusal program olarak uygulandığında sağlık personelindeki ve kadınlardaki bilgi ve farkındalığın artması öngörülebilir.